Olup bitenlere tanıklık ettikçe, iyi-kötü gibi keskin ayrımlara inanıyorsanız eğer, ülkeyi iyilerin yönetmediği apaçık ortada görünüyor. Ama kötü olan sadece bu değil. Daha da kötü olan, iktidara yakın seçenek olan pozisyonuyla hem bir bütün olarak 6'lı masanın, hem de bu bütünü oluşturan parçacıkların, en iyi tabirle ehven-i şer oldukları şüphesi gittikçe kuvvetleniyor.

İyi olmayandan başlayacak olursak, Erdoğan'ın, politik bir figür olarak tek adam pozisyonunda olsa da asıl olarak sermayenin hizmetinde olduğunu ve bu görevini de kusursuz olarak yerine getirdiğini söyleyebiliriz. Her ne kadar mülksüzleştirme ve birikim ilişkileri çerçevesinde servet transferi yapılırken (pastanın kremasını onun yediği hep iddia ediliyor) arada bir kardeş kavgaları çıksa da, içeride ve dışarıda, hem finans çevreleri hem de TÜSİAD ile özdeşleşen büyük sermaye payını sürekli büyüttü ve halen de büyütmeye devam ediyor.

Şimdi ise, partisinin oy tabanına ve arkasındaki sermayeye devlet bankaları üzerinden para dağıtmak için bilinen bütün mali oyunları sırayla oynatıyor. (Devletin tüm kurumlarıyla birlikte para basma kabiliyetini de elinde bulunduran bir iktidara muhalefet olarak popülist vaat yarışına girmenin anlamsızlığına dair daha önce de bir şeyler karalamıştım.)

Zenginin daha zengin, fakirin daha fakir olmaya devam edeceğine dayalı bir gelecek için yoksullaştırılan milyonlara, zaten bunu yapan ve iyi de yapan Erdoğan iktidarının karşısında umut olarak sunulanın, aynı sonucu hedefleyen ve bu girdabı kalıcılaştırmayı ilk başaranlardan Derviş'in takipçilerinin olması ise tam bir kara mizah. Bu derin çelişki, aynı zamanda yarattığı büyük bir fırsatı da içinde barındırıyor. Bunu değerlendirmek ise, siyaseti zamanın ruhuna göre değiştirme kapasitesine sahip olanların elinde.

Bu değişim yaşanana kadar geçecek sürede ise içeride mütemadiyen tekrarlanan 'Benim oğlum binâ okur, döner döner yine okur' kısır döngüsü süreceğe benziyor.

Erdoğan'ın yüzünü doğuya dönerek ülkeyi batıdan kopardığı tespitine karşılık 'biz buradayız' mesajı vermek için söylenen sözleri, NATO'cuyuz danslarını, ilanlı/ilansız ABD ziyaretlerini ve diğer aktiviteleri, Türk siyasetinde ana aksı oluşturanların kural haline getirdiği omurga refleksine benzetiyorum.

Sedat Peker'in dilimize kattığı '40 yaş' baremini kıstas alarak, sınırın altındakilerin anlayacağı şekliyle örnekleyecek olursak, bugünlerde verilen bu omurga reflekslerini ben bilgisayar oyunlarında asli oyuncu olmayan karakterlere (Non-player Character - NPC) benzetiyorum.

Bilgisayar oyunlarındaki asli olmayan karakter tabiri, oyunun oyuncusu insan tarafından değil bilgisayar tarafından kontrol edilen, aslen önceden oyunun yapımcısı tarafından kodlanmış belirli hareketleri yapabilme kabiliyetiyle sınırlı, kendi inisiyatifleri ya da oyunun gidişatına etkileri olmayan yan karakterleri betimlemek için kullanılıyor.

Türkiye siyasetindeki çoğu aktör tarafından, oyunun yapımcısı eliyle önceden programlanmış olarak verilen omurga refleksleri de bu tabire deyim yerindeyse cuk oturuyor.

Bu konuyu gündeme getirmemin sebebi, 12 Ekim'de yayımlanan ABD ulusal güvenlik stratejisi raporu. Bu raporu, ABD'nin hegemonyasını korumak için yapmayı planladıklarının ve izleyeceği yolun haritası olarak da özetleyebiliriz.

İşin bizi ilgilendiren kısmı şu ki, ABD'nin (ve onun etkisiyle diğer ülkelerin) stratejik hedefleri doğrultusunda ihtiyaç ve beklentilerini karşılamak bakımından, elinde tuttuğu güç ve ortaya koyduğu bölgesel kapasite itibariyle Erdoğan'ın pozisyonu, ABD'ye muhalefetin çizgisinden daha çekici görünüyor olabilir.

Kısa bir süre önce açıklanan ve ABD'nin, dolayısıyla da batı ittifakının uluslararası politik, ekonomik ve askeri stratejilerinin ana aksını belirlemesi açısından büyük önem taşıyan ulusal güvenlik stratejisinin 2022 versiyonu, daha önceki tüm bu tür belgelerin aksine mevcut düzen sisteminin kalıcılığını varsaymıyor, aksine statükoyu koruma mücadelesinin ana hatlarını belirliyor.

Bu belge, aslında belgeye de ruhunu yansıtan 'Sırada olan ne?' sorusuna yanıt aramak üzerine inşa edilmiş. Dünyanın bazı bölgelerinin, Amerika Birleşik Devletleri ile dünyanın en büyük otokrasileri arasındaki rekabetten rahatsız olduğunu beyan ve kabul ediyor. Pek çok gelişmekte olan ülkenin yeni pozisyonunu artık tek tarafta (NATO çizgisinde) durmak yerine, çok taraflı ilişki geliştirmek odaklı olduğu, birçok kritik önemdeki ülkenin bir tür hizasızlık pozisyonu aldığı tespitini yapıyor. Bu tespit, ABD'lilerin kuma yazı yazmayı bırakıp son derece gerçekçi bir şekilde dünyanın bugünkü fotoğrafını çektiklerini de gösteriyor.

Not edilmesi gereken bir başka değişiklik, dış politika ile iç politika arasındaki ayrımın ortadan kalktığını ilan eden yaklaşım. Bu bakış, benim de zaman zaman bahsini yaptığım ve Türkiye'ye örnek olarak gösterdiğim, iç ve dış politikanın küreselleşmiş firmalardan ziyade sıradan Amerikalıların çıkarlarına hizmet etmesi gerektiği çizgisini hedefliyor.

Dünyanın bir dönüm noktasında olduğu, uluslararası düzeni değiştirmek isteyen güçlerle (Çin) yapılacak mücadelede karar verici olacak bir on yıllık periyodun ilk yıllarını yaşadığımızın kabulüyle açılan bu strateji belgesi, "Amerika geri döndü. Diplomasi geri döndü. İttifaklar geri döndü." ifadesiyle ise yeni bir uluslararası düzenin kolonlarının oluşturulmak istendiğini ilan ediyor.

Birçok analist bu belgeyi, ABD'nin çoklu eş merkezler inşası girişimi olarak değerlendiriyor. Bu merkezleri ise, aşağı yukarı ABD değerlerini tartışmasız kabul eden Avrupa ve Hint-Pasifik'teki müttefiklerini (Japonya, Avustralya vb.) iç çekirdek; ABD'nin bölgesel ve uluslararası düzen vizyonunun çoğunu paylaşan ancak tüm konularda aynı fikirde olmayan ülkeleri ise (Hindistan, Güney Afrika vb.) dış çekirdek olarak sınıflandırmışlar.

Çekirdeğin dışını ise 'Kurallara dayalı uluslararası düzeni memnuniyetle karşılayan demokratik olmayan devletler' ve bu düzeni bozmaya çalışan 'kötü adamlar' olarak tarif etmişler. Bu sıralamaya sopanın kriterleri de denilebilir! Amerikan bakış açısından Türkiye'nin ise çekirdeğin dışında, yerini henüz tam bulamamış bir ülke olarak görüldüğü, ancak henüz tamamen vazgeçilmediği anlaşılıyor: “Batı ile stratejik, siyasi, ekonomik ve kurumsal bağlarını güçlendirmek için Türkiye ile meşgul olmaya devam edeceğiz”.

Tek kutuplu dünya düzeninin içine girdiği sarsıntıyı açıkça kabul eden, bölgesel ittifaklardan açıkça bahseden ve tehlikeyi yeni bir gelecek inşa ederek aşmaya çalışan dünyamızın jandarması, otoriter diye andığı rakiplerine karşılık 'demokrasi'yi arkasına alarak dünyada yeni bir Amerikan rüzgarı estirmeye çabalarken, yanında olanlara havucu, olmayanlara da sopayı göstermeye hazırlanıyor.

Özetle, dünya değişiyor, değişim çok yakın. Bu da hem dünyanın geri kalanı için, hem de özel olarak ülke ve bölgemiz için fırsat ve imkanlarla dolu bir gelecek demek olabilir.

Dünyanın tek merkezli döneminin sona erdiği kabulüne ve çoklu bölgesel kümeler tasarımına dayanan bu planın işleyebilmesi için gerekli, kayıp halka nasıl ortaya çıkacak, ya da kayıp halka kim olacak sorusuna yanıt aramak bu yazının sınırlarını aşıyor.

Ama sadece şu kadarını rahatlıkla söyleyebiliriz ki, bu pozisyonun yıldızlı adayı Çin. Dünyanın yeni mimarisini şekillendirmede kuvvetli bir etki yapması öngörülen Çin'de geçen hafta toplanan parti kongresinde, yönetimin, gücünün destek kaynaklarına karşı hiçbir meydan okuma yaşanmadan yenilenmiş olması ayrıca dikkate değer.

Bu durum, Rusya ile yarattıkları yeni işbirliği ve dayanışma ile birlikte, Asya ve Afrika'da işbirliğinin kesintisizliği de demek olacaksa eğer, birincil hedef olarak Çin'i işaretleyen ABD için Tayvan meselesi ve rekabet içinde oldukları teknoloji alanı dışında da yeni bir dizi sorun setinin daha ortaya çıkması demek olacaktır.

Başa dönerek bağlayacak olursak, Amerikan ulusal güvenlik stratejisine ruhunu veren ve bu itibarla ülkemizi ve bölgemizi de yakından ilgilendiren Türkiye, Rusya ve İran eksenli bölgesel ilişkilerin yaratacağı güç ve kapasitenin, eski tek kutuplu dünya ezberlerini bozamayan siyasi aktörlerce iyi hesaplanamıyor olması ihtimalini kuvvetli görüyorum.

Amerikalılar ise bu tür ilişkilerin değerini iyi anladıklarından ve bildiklerinden, var olan dengeyi kendi lehlerine kullanmak adına 'bazı' otokratları sopadan ziyade havuçla motive etmeyi deneyebilir, deneyecektir. Suudi Arabistan başta olmak üzere OPEC ile yaşanmakta olan petrol kavgası, bu tür bir motivasyonu gözlemlemek için iyi bir örnek olabilir.

İçerideki 6'lı muhalefet uzun zamandır tüm oyununu, batılı başkentlerin anti-demokratik olması sebebiyle Erdoğan'ın üzerini kesin olarak çizdiği, kendileri tarafından vaadedilen demokrasinin ise gerekli mercilerin dikkatini çekip seçim kazanmak için yeterli olacağı varsayımına göre kurmuş gibi görünüyor. Ancak yaşanan gelişmeler, dünya nizamında alışılmadık bölgesel aktörlere de yer açmış bulunuyor. Bu durum 6'lı masa mukimlerini ters köşe yapabilir.

Olmaz ama, 'yahu ne yapalım o zaman' diye soracak olan olursa, çok sevdikleri finans dünyasının tabiriyle seçeneklerini 'hedge yapmalarını', daha amiyane tabirle tüm yumurtalarını tek sepete koymamalarını, tüm sermayeyi tek bir kediye yüklememelerini, at gözlüklerini çıkartıp işin sonunda oyu sandığa atacak vatandaşın derdine de bir kulak vermelerini tavsiye ederim. Bunun için gerekli olan ise vatandaşın ne kadar borçlu olduğunu anlatan haftalık bülten açıklamaktan ziyade, onların neden borçlandıklarını ve bunun da ekonomik ve siyasi nedenlerini ortadan kaldırıp kaldıramayacaklarına cesaret edip edemeyecekleri. Meselenin düğüm noktası burası çünkü.

Eğer, başta CHP ve yancıları mevcut çizgilerinde ısrar eder, Erdoğan'ın sadece Moskova ve Tahran için değil, ABD'nin yeni güvenlik belgesi ile örtüşen pozisyonu ile, batı başkentlerinin çıkarları için son derece değerli bir partner olduğunu ve olmaya da devam edebileceğini gösteren emareleri göz ardı ederlerse, 40 yaş altı jargonundan devamla geriye iki seçenekleri kalıyor:

 

Ya 'game over' olarak oyundan düşecekler, ya da NPC, yani asli oyuncu olmayan karakter olarak kalacaklar.