Solun zihninde, tarihi yol kavşaklarında doğru ile yanlışı ayıran değerleri ölçmekte tereddüte sürükleyerek umudu öldüren kanserli bir hücre var.

Üzerine söz söylemeyen kimsenin kalmadığı, Meral Akşener'in dirseklenerek mi Altılı Masa'dan itildiği yoksa masayı kendisinin mi devirdiği tartışmalarını şimdilik bir tarafa bırakarak devam edecek olursak son günlerde yaşananlar bana depremler, yangınlar ve savaşlar nedeniyle yerle bir olan Kuzey Amerikada yönetimi ele geçiren 'oyun kurucuların' tesis ettikleri rejimi ellerinde tutabilmek adına halkı 'açlık oyunları' adıyla yarattıkları bir yarışmayla baskılayıp yönlendirdikleri filminin senaryosunu hatırlatıyor. Filmde o ülkede doğan herkes aç kalmamak için sisteme kaydoluyor ve bu suretle de bir gün yaşamak için başkasını öldürmek zorunda kaldığı tercihle yüzleşiyor. Normal insanların ya ölerek ya da öldürerek rejimin devamına hizmet ettiği bu sistemde oyun kurucular ise bu zıtlık üzerinden öfkeyi kontrol altında tutarak rejime yönelmesini engelliyorlar. Senaryo ne kadar tanıdık değil mi?

Ülkemizde hakim olan rejim, meşruiyetini, temelde aralarında farklılık bulunmayan siyasi partilerin birbirleriyle çekişmelerinden sağlar. Rejimin ekonomi politiğinin yarattığı tahribat arttığında ve dolayısıyla seçimlerin yeterli rıza üretemediği zamanlarda ise, yani rejim ekonomik ve sosyal olarak sürdürülemez noktaya geldiği durumlarda ise kendini (kanlı ya da kansız) darbelerle korumaya alır.

Burada, bu yazıda, hangi masa mukimi ne diyor, hangi aday ya da hangi parti kaç oy alırsa kim ülkeyi yönetecek, masalarda kim oturuyor, ne vaat ediyor, Meral Hanım bundan sonra ne yapacak, Millet İttifakı'nda yer alan partilerin birbirlerinden farkı ne, İYİP bu manevrayı AKP sonrası merkez sağda oluşacak boşluğa yerleşmek için mi yaptı, CHP Davutoğlu ve Babacan'a niye siyaset alanı açmaya çalışıyor... gibi daha yüzlercesi sorulabilecek sorulara yanıt aramayacağım.

Eski kadim sorunlarımız yerli yerinde dursa ve onların da tetiklemesiyle yaşadığımız bu sonuçları ortaya çıkaran yolun taşları Erdoğan'ın parlamentoyu etkisizleştirip Başkanlık sistemine geçmesiyle döşendi. Şimdi yaşananları da rejimin ekonomik koşullar ve deprem sebebiyle olağan dışı olarak sıkışması sonucu kendini devam ettirebilmek için 'rutinin' dışına çıkarak çözüm üretmeye çalışması olarak özetleyebiliriz.

İş bu noktaya nasıl geldi, kim bu noktaya getirdi, neden getirdi, çıkarı ya da beklentisi neydi gibi ara sokaklara sapmadan devam edecek olursak; muhalefetin elinde, her şeyden sorumlu tuttuğu Erdoğan'a karşı, herkesin desteklemek için kendini ikna ettiği amiyane tabirle cillop gibi bir seçeneği vardı. Eğer tek meseleleri seçimi kazanarak Erdoğan'ı göndermek olsaydı, dediğim gibi, hemen her kesimin üzerinde birleştiği, onun karşısında seçimi kazanacak belki de tek kişi olarak gördüğü İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu isminde uzlaşıp sorunu çözmeleri gerekiyordu. Ancak CHP içerisinde yer alan bir ya da birden fazla grup bu gerçeği gölgelemek ve bu köşede daha önce birden çok defa altını çizdiğim üzere kendi parti içi planlarını uygulamak için olsa gerek, Kılıçdaroğlu ismini adaylık ile özdeşleştirip İmamoğlu'nun alanını daraltarak siyaseten topal ördek haline getirdi. Elbette yine farklı çevrelerde farklı çıkar gruplarının farklı seçenekleri hayata geçirmek için farklı planları da vardı ancak bu saatten sonra üzerinde fazla durmaya gerek olmadığını düşünüyorum.

Söz buraya kadar geldi ama, CHP lideri Kılıçdaroğlu ve yönetiminde bulunan arkadaşlarının, ülke için vaat ettikleri demokrasiyi neden parti içinde uygulamadıkları, parti örgütlerini belediye başkanlarına cirolayıp adaylıklar için ön seçimi parti dehlizlerine nasıl ve neden gömdükleri; örgütleri, parti içi hukuku yok ederek keyiflerine göre görevden alıp, yerlerine de sadece kendilerine hizmet edenleri taşıyarak parti içinde emme basma tulumba gibi çalışan 'Ben seni sen beni seç' yönetimi oluşturarak neden oligarklaştıkları tartışmasına bir kez daha girmeyeyim.

Bu yazının yayımlandığı 6 Mart pazartesi günü itibariyle CHP örgütlerinin saat 17.00'de Saadet Partisi Genel Merkezi önüne, saat 18.00'de de CHP Genel Merkezi önüne çağrılması (sonradan iptal edilmezse) Kılıçdaroğlu'nun kendisinin ya da önereceği bir başka adayın açıklanmasına yönelik bir hazırlık olabilir. Bu saatten sonra da Millet İttifakı genişler mi, kimler davet edilir, kimler masaya oturur, aday açıklar mı, açıklarsa kimdir tartışmalarının, ana güzergahı belli olan geleceği değiştirecek bir kuvvet uygulama ihtimali ise bulunmuyor. Zira böyle bir amaç ve bu yönde bir gündemleri yok. Erdoğan'ın kaybetme ihtimali ise ancak seçim gününe kadar dünyada ve ülkede yaşanacak büyük hacimli alt üst oluşlara bağlı olacaktır. Detayları tartışmaya pek gerek yok, olacakları yaşayarak göreceğiz. Jül Sezar'ın Cumhuriyet'e meydan okuyarak, Roma'lı generallerin geçmesi yasak olan Rubicon ırmağını ordularıyla geçtikten sonra söylediği gibi, alea iacta est, zarlar atıldı.

Şimdi gelinen noktada, önümüzdeki seçenekleri ise şöyle tasnif edebiliriz:

Birincisi mevcut üretim ve bölüşüm mekanizması ile bunun yarattığı sonuçları sürdürmeye çalışanların safı.

Bu saf yoksulun yoksul kaldığı, zenginin daha da semirdiği; depremin altında kalan yoksullara ilk 48 saatte yardıma koşul(a)mayabildiği saf... Ölenlerin ardından ağlar, kalanlara yeni binalar yapar ve yolumuza devam ederiz diyenlerin safı. Bu safta emeklilerin, işini gücünü, sermayesini, canını, yakınlarını kaybeden esnafların, köylülerin, işçilerin, memurların, öğrencilerin; kısaca 85 milyon insanın en az 84 milyonun emeğini, birikimini, insanlığını, gençliğini, geleceğini tüketenler yer alıyor. Burası Nazım Nikmet'in 'Büyük insanlık'ta, Hasan Hüseyin Korkmazgil'in de 'Koçero'da anlattıklarının karşısındakilerin safı...

İkinci safta ise, birincidekilerin yediğinin kırıntılarıyla 'beslenerek' o büyük yıkımı daha dayanılabilir kılmaya çalışanlar yer alıyor. Bu safta toprağı, suyu, havayı, canlıları öldüren zinciri oluşturan bu düzenin devamını sağlamak için, bu zinciri kırması gereken halkın, bu düzeni sürdüren, buradan beslenen, amacı bu yoksulluğu, bu açlığı, bu sefaleti daha katlanılabilir göstermek olan siyasi partileri ve kurumları sorgulamamasını sağlamak olan, beslendikleri kırıntıların karşılığı olarak insanların sisteme katlanma ve dayanmasının zihni altyapısını oluşturan 'sol' 'entelektüel' ve 'aydınlar' var.

Bu saftakiler, şimdi her şey ayan beyan orta yerde dururken, deprem felaketi üzerinden de yapıldığı gibi yine ve yeniden, kaybettiğimiz on binlerce canın, sönen hayallerin ve yıkımın tek sorumlusu olarak suçu Erdoğan'a (iktidara) yükleyip, birkaç tane de müteahhidi (sosyal, yazılı ya da görsel medya üzerinden) linç etmemizin yeteceğini, sonrasında da kendi siperlerimize dönüp mevzilerimizden karşılıklı yapacağımız taciz ateşleriyle öfkemizi yatıştırmamızı öneriyorlar.

Ta ki yeni bir deprem, yeni bir orman yangını, yeni bir sel baskını, yeni bir kuraklık, yeni bir maden göçüğü ya da patlaması, yeni bir ekonomik kriz, kaza, facia, felaket adını vereceğimiz yanlışlar, hatalar, sorumsuzluklar, vurdumduymazlıklar sonucu can kayıpları, yiten hayaller, tükenen umutlarla yeniden karşılaşıncaya kadar...

Meral Akşener'in kalktığı masayı solculuk adına meşrulaştırmaya, boşalttığı koltuğa solculuk adına rezervasyon yaptırmaya çalışan; bunu öneren, buna çalışan ve dolayısıyla yine, yeniden ve bir kez daha zihni karışan ve halkın da zihnini bulandırmaya çalışanların yolunun; emperyalizmin kanatları altında etnik, dinci, mezhepçi damarların göstereceği/götüreceği yolun sonunun karanlık olduğu gerçeğinin altını bu noktada bir kez daha çizmek gerekiyor.

Bu seçim bizim. Eğer geçmişten ve onların yazdığı tarihten memnun değilsek ve gelecek de onların istediği şekilde başımıza kakılıyorsa bu geleceği neden bu kez de biz yazmayı denemiyoruz. Aynı kararları veren farklı parti veya kişileri seçim olarak önümüze koyan bu düzeni değiştirmek yerine oyunda figüran olmamızı önerenlere solcu, aydın, yurtsever denilemeyeceğini; ağızlarına da, eşitlik, adalet ve özgürlük kelimelerinin yakışmadığını söylemek çok mu hafif kalır?

Fazla uzatmayalım, tarihin bu önemli bir yol ayrımında bir kez daha zihnimizi bulandırarak yolumuzu şaşırtmaya çalışan kanserli hücrelerin yol göstericiliğini reddetmeli, kendi tarihimizi kendimiz yazmanın önünü açmalıyız...