Zamanın akışı Kemal Kılıçdaroğlu'nu iktidara şimdiye kadar hiç bu kadar yakınlaştırmamıştı. Bu seçimleri de kaybetmemesi için, Nasreddin Hoca'nın meşhur hikayesinde olduğu gibi 'testi kırılmadan' üzerime düşeni yerine getirerek aynı uyarıyı yapmaya devam edeceğim.

6'lı masanın adayının kim olacağı, Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kimin kazanacağı ile parlamentonun geleceğine ilişkin tahminde bulunmak entelektüel bir salgına dönüşmüş olsa da, son sözü kendisinin söyleyeceğini varsayarak, doğru hamleyi yapabilmesi açısından, bu salgından en az etkilenmesi gereken kişinin de Kılıçdaroğlu'nun olması gerekiyor.

Tartışmayı doğru bir düzlemde tutabilmek için de, buraya nasıl geldiğimizi unutmamak gerektiğini düşünüyorum:

Gün itibariyle bir iktidar değişim enerjisinden söz edilebiliyorsa eğer, CHP Genel Başkanı olarak onu aday gösterdiği için hakkını teslim ederek, bunun 2019'da ortaya çıkışıyla cisimleşmiş haline Ekrem İmamoğlu demek gerekiyor.

Elbette ortaya çıkan bu enerji, Canan Kaftancıoğlu başkanlığındaki CHP örgütlerinin iktidara muhalif bütün kesimlerle kurduğu pozitif ilişki ile birleşince, değişim umudu, 31 Mart akşamı Erdoğan'ın yenilebileceği fikrini gerçeğe dönüştürdü.

25 Haziran sonuçları ise, rasyonaliteden kopan iktidara karşı, doğru zeminde, doğru araçlarla ve tüm ülkeye kazanma enerjisini aktarabilecek bir adayla, Erdoğan'ın Cumhurbaşkanlığı seçiminde de yenilebileceğini göstermesi açısından öğretici.

İstanbul, Anadolu'dan aldığı göçle büyüyen, mini bir Türkiye. Siyasete yerleşen 'İstanbul'da kazanan tüm Türkiye'de kazanır' sözü de, bu birbiri ile bağlantılı ve birbirini etkileyen sosyolojik yapının bireyleri etkisi altına almasıyla oluşan toplumsal iradeyi anlatır. Ayrıca İstanbul'daki son seçim, insanların zihinlerini körelten etnik köken, dini inanç ve kültürel eğilim gibi yapay tartışmaların tuzağına düşmeden iradelerini tekleştirebileceklerini ispatlaması açısından da eşsiz bir örnek.

Seçim sadece İstanbul'da da kazanılmadı; İmamoğlu, bu sosyolojik enerjiyi tüm Türkiye'ye taşıyarak yaydı. Erdoğan da zaten bunu gördüğü için siyasi yasak kararının arkasına saklanarak bu dalgayı kırmayı hedefliyor. 6'lı masa mukimleri ortaya çıkan bu enerjiyi türlü gerekçelerle soğurmamalı ya da sönümletilmesine izin vermemeli. Erdoğan'ın restine karşılık, yasak henüz kesinleşmediği için, iktidarın silah gibi kullanarak oluşturmaya çalıştığı yargı müdahalesi karşısında, İstanbul'da başarılan ve tüm toplum kesimlerinin rızasıyla oluşan vicdani meşruiyeti pratiğe dökmenin yollarını aramalı ve iktidarı 'kırk katır mı kırk satır mı' tercihi ile baş başa bırakmalı.

Sayın Kılıçdaroğlu, elbette, her general gibi her politikacının da son savaşta savaşmak isteyeceği özdeyişinde olduğu gibi, bu büyük mücadelenin kaptan köşkünde oturmak isteyebilir. Buna haklı gerekçeler de üretilebilir. Bununla birlikte daha önce iki kez başardığı nefsinin önüne geçebilme dirayeti ise şimdilik umudun sürmesini sağlıyor.

Ama Kılıçdaroğlu aday olarak ön plana çıkar ve kaybederse, aldığı kararların sonuçları olacaktır. İmamoğlu gibi kendi partisini büyütebilecek bir akıntının önüne set çekerek Davutoğlu ve Babacan gibi muhalif seçmende homurtu yaratmak dışında bir karşılığı olmayan figürleri masaya ve siyasetin kalbine oturtmaya çalışmasının ise muhalif seçmen nezdinde ciddi rahatsızlık yarattığının görülüp duyulmuyor olması imkansız.

İmamoğlu'nun, bırakın Cumhurbaşkanlığını, oturduğu İBB koltuğu için dahi yeniden aday olmasının engellenmesi, yani, bir şekilde siyasetten tasfiye edilmeye çalışılması ve/veya buna göz yumulması, İmamoğlu özelinde bu iki seçim için sorun teşkil edebilir, ancak onun yanında bugün iktidar değişimi için umutlanan seçmeni hayal kırıklığına uğratan tüm aktörler için de ciddi sonuçlar doğurabilir.

İşe İmamoğlu tarafından bakacak olursak da...

CHP'nin dehlizlerinden yükselip 2019'da iki kez kazanarak oturduğu İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı kendisini Kılıçdaroğlu'nun oğlu ve aynı zamanda 'tahtın' varisi olan şehzade konumuna getirdi.

Bu noktada Kılıçdaroğlu'nun, İmamoğlu için yaptığı 'oğlum gibi...' benzetmesi üzerine sosyal medyada karşıma çıkan bir benzetmeye değinmek istiyorum, zira beşyüz yıllık başka bir baba-oğul hikayesi üzerine yapılacak biraz tefekkür, bugüne kadar yapılan hatalara ve bundan sonra neler yaşanacağına da ışık tutabilir.

Kanuni Sultan Süleyman'ın oğlu Şehzade Mustafa'nın hikayesi meşhurdur. Halk, ulema ve yeniçeriler tarafından çok sevilen, tahtın varisi gözüyle bakılan, hatta kendisine Sultan Mustafa denilen, babası Kanuni tarafından öldürtülmesi bazı tarihçilerce Osmanlı İmparatorluğu'nun yükselişinin sonu olarak kabul edilen Şehzade Mustafa...

Şehzade Mustafa da, tahtın varisi olarak konumunun son derece bilincinde bir şekilde iktidara hazır olduğunu her daim göstermekten geri durmadı: Açıkça babasının tahtına talip olmamasına rağmen kendi adına tuğra bastırması, yeniçerilerin ve halkın gözüne girmek adına para saçması, sakal bırakıp hükümranlık sembolü olarak sancağına tuğ dikmesi gibi mesajlarının gereken yerlere ulaştığına şüphe yok ki, tarihçiler bugün dahi öldürülmeden önce Mustafa'nın babasına karşı bir isyan hazırlığında olup olmadığını tartışıyor. Bunlara rağmen Mustafa, yaşlanan ve yerine geçmek istediği babası Kanuni'ye karşı açıkça bir harekete girişmedi. Babasının zamanı gelince tahtı kendisine devredeceğini düşünmüş olsa gerek...

Tabii o gün Şehzade Mustafa'nın gözden kaçırdığı, görmezden geldiği ya da görmek istemediği, bugün de unutulmaması gereken bir gerçek var: Bu topraklarda iktidar veliahta güzellikle devredilerek değil, her daim açıktan mücadeleyle el değiştirmiştir.

Mustafa'nın babası Kanuni Sultan Süleyman, onun babası Yavuz Sultan Selim'in şehzadeliği döneminde Yavuz'un kendi babası olan 2. Bayezid'le olan iktidar mücadelesini görmüş, mücadeleyi kaybeden dedesinin kendi evladı tarafından zehirlenerek öldürüldüğüne şahit olmuştu.

Bu yollardan geçenler, sonlarının nasıl olacağını bildikleri için tahtlarını veliahtlarına öyle güzellikle bırakmazlar. Kendilerinin böyle bir niyeti olsa dahi, gücün bu kadar yoğun olarak kümelendiği yerlerde padişahların yanında her zaman Hürrem Sultan'lar, Rüstem Paşa'lar ve bunların kendi planları, kendi veliaht adayları vardır.

Bu gerçeğin farkına varamayan, tahta çıkma isteğini ima yoluyla, mesaj vererek, 'istemezük ama yan cebime koyarsanız hoş olur' stratejisiyle iletmekle yetinen Şehzade Mustafa'nın sonu malum... Saldırılara karşı kendini savunmak için sığındığı babasının çadırında, babası tarafından öldürtülen Mustafa'nın kaderi, iktidar mücadelelerinin tarihi açısından eşi bulunmaz dersler barındırıyor.

Bağlayacak olursak, Kılıçdaroğlu, 'Oğlum gibi...' dediği İmamoğlu'nun İstanbul'da yarattığı enerjinin tüm Türkiye'yi saracak bir fırtınaya dönüşmesinin önündeki bendi kaldırır mı bilemiyorum. Aksi yöndeki her karar, milyonlarca insanda oluşan iktidar değişimi umudunu en iyi ihtimalle zora sokabilir, kötü ihtimalde de bir başka bahara erteletebilir.

Bu durumda iflas eden sosyal, ekonomik, hukuki ve siyasi paradigmanın ömrü birkaç yıl daha uzayabilir, eskinin tasfiyesi gecikebilir, yeni bir düzen ve yönetici ekibin doğuşu 2023 sonrası döneme sarkabilir. Bu hezimetin, oluşmasında aktif ya da pasif olarak katkısı olan herkes nezdinde sonuçları olacaktır.

Beş yüz yıl önce olduğu gibi bugün de vatandaşın esas gündemi ise ekmek derdi. Bu topraklarda her şey değişiyor ancak bu taht kavgalarının gerçek kaybedeninin halk olduğu gerçeği değişmiyor.

Bu dünya Sultan Süleyman'a kalmadı, bugünün Süleyman'larına da kalmayacak ama bu mücadele devam edecek, tek tesellimiz budur...