Türkiye'nin tarihi epey karanlık. Orhan Gökdemir Sol'da yayımlanan 28 Eylül 2024 tarihli 'NATO defol, NATO'cu sen de!' başlıklı yazısısında bu karanlık tarihin bir bölümünü açık ve net bir şekilde aktararak aydınlatıyor, okunmasını öneririm.

Yön tayinini yaptığımıza göre, buradan devam edelim.

***

İçinde bulunduğumuz ve sonuçlarına da hep beraber yaşayarak tanıklık ettiğimiz siyasi ve iktisadi iklim 12 Eylül darbesiyle başımıza sarılmıştı. Bunun neden ve sonuçları etraflıca tartışıldığı ve ben de kendi düşüncelerimi daha önce çeşitli vesilelerle aktardığım için tekrarlamayacağım.

Ancak, yaşananların neden ve sonuçlarına ilişkin toplumda yaratılan sahte umut/çözüm harelerine karşı da uyanık olmamız gerekiyor.

Yok, hayır, yine bu ekonomik düzenin nasıl zengini daha zengin, fakiri daha fakir yaptığına ilişkin örnekler vermeyeceğim; bu düzen içinde çıkış öneren bütün yolların çıkmaz olduğunu herkes yaşayarak görüyor...

Son yıllarda giderek artan bir oranda bozulan ve her geçen gün daha da kötüye giden gelir adaletsizliğinin yalnızca tali sonuçlarından birisi olan uyuşturucu bağımlılığı ile çocuklarımızın nasıl zehirlendiğinden, gençlerimizin çetelere nasıl kurban verildiğinden, asayişle birlikte toplumun güven hissinin nasıl yerle bir olduğundan bahsetmeye de gerek yok, buna da herkes yaşayarak tanıklık ediyor.

Tarımın bitirildiği, topraksızlaştırılan köylülerin okullarının da kapatılarak metropollere ucuz iş gücü olarak depolandığından haberi olmayan kimse kalmadı zaten... Toplumsal sonuçlarını yaşayarak görüyoruz, görmeye devam edeceğiz.

Bırakalım ilkokulu, ortaokulu ve liseleri; eğitim/öğretim yerlerde süründüğü için üniversite mezunları bile iki haneli çarpma, bölme işlemlerini yapamıyor, adı okul ya da üniversite olan binalar en basit akıl yürütme yetisine dahi sahip olmayan, iki bin yıldır bilinen ve ihtisası yapılan mantıklı düşünme yöntemlerinden habersiz, karşılaştığı sorunları neden/sonuç bağlamında inceleyemez durumda olan 'mezun'ları topluma salıyor...

Hal-i pür melalimiz ortada, uzatmaya gerek yok.

***

Yaşadığımız sorun ne olursa olsun, ne kadar çok çeşitli, dikkat çekici ya da yakıcı olursa olsun, asıl meselenin yana yakıla sorunlara ağlamaktan ziyade bunlara karşı izlenecek yol ya da bulunacak çözümler olması, kısacası feveran değil çözüm odaklı olunması gerektiğini düşünüyorum.

Bu açıdan da, herhalde tartışma götürmeyecek bir gerçek, bir sorunun nedeni konusunda bilinç berraklığına ulaşılmasının, çözümü de beraberinde getirecek olmasıdır.

Yukarıda da bir kısmını örneklendirdiğimiz sorunların nedenlerine odaklanmadan aranacak/bulunacak çözümler bizi başka bir sorun yumağının içine çekecektir. Ne mi demek istiyorum? Bertell Ollman'dan alıntı yaparak açıklamaya çalışayım:

"1987 yılında bir grup uzay bilimci milyonlarca galaksiden oluşan devasa bir yapının keşfedildiğini duyurdular. 'Büyük çekici' (great attractor) ismini verdikleri bu kozmik yapının güneş sistemi ve dolayısıyla da gezegenimiz ve bizim üzerimizde büyük bir çekim etkisine sahip olduğunu söylüyorlardı. Gazetecilerin biri bu uzay bilimcilere 'Madem bu kadar büyüktü, keşfetmemiz neden bu kadar uzun sürdü?' şeklinde bir soru sorduğunda içlerinden biri bu kadar büyük olduğu için bu sistemi görmekte zorluk çektiklerini söylemişti. Kapitalizm de işte bu 'büyük çekici' gibi bir şeydir. İnsanların onu görememesinin sebebi 'küçük' olması değil, tam tersine onun her yerde olmasıdır. Ne kadar büyük olursa olsun onun içinde yaşanan hayatları layıkıyla anlamlandırabilmek için bu büyük çekiciyi, kapitalizmi görmemiz kesinlikle hayati bir öneme sahiptir."

Yaşadığımız tüm sorunların temeli, ekonominin ve siyasetin kesiştiği noktada yatıyor. Siyasetin çıkar karşılığı piyasayı, insanı, toplumu, emeği, bilgiyi, tarımı, doğayı yok eden tercihlere sesini çıkarmıyor olması hem ülkemizi, hem de başta bölgemiz olmak üzere dünyayı yaşanır bir yer olmaktan çıkarıyor. Yoksulluğun, savaşların ve her geçen gün daha da tahrip edilen doğanın müsebbibi, gittikçe daha fazla artık değer peşinde olan ve durdurulmadığı sürece durmayacak olan bu sistemin kendisi, yani vahşi kapitalizmdir.
 

Kumarhane kapitalizmi de denilen, ekonomilerin finansallaşması ile çığırından çıkan düzenin karşısına sahici seçeneklerin çıkması, çıkarılması gerekiyor. Bu dönüşüm hamleleri dünyada yaşanmaya başlamış olsa da Türkiye'de henüz bir hareketlilik görülmüyor. Var olan sistemin karşısına çıkacak seçeneklerin başında gelen ve başka bir dünya hayal eden devrimci ve sosyalistlerin kendi özgün yollarını inşa süreci bir yana; merkez siyaset içerisinde bulunan, anti emperyalist bir kurtuluş savaşına önderlik eden Mustafa Kemal Atatürk'ün emaneti olan Cumhuriyet Halk Partisi'ne giydirilen deli gömleğinin teşhir edilmesinde de fayda görüyorum.

Bu itibarla, yıllardır CHP Genel Merkezinde konuşlanan ve son 'değişim'le pek de değişmemiş bulunan ekibin ve günümüzdeki liderlerinin de oyun kurucu, politika yapıcı, etki sahibi nedenler değil, yalnızca bir sonuç olduğunun altının çizilmesi gerekiyor diye düşünüyorum. Yaşanan tüm koltuk kavgaları, itibar suikastleri, ayak kaydırmalar, parti içi mücadeleler, bu mücadelenin galibi olarak koltuklara oturanların hiçbirinin bir etkisi de, siyasi ehemmiyeti de yok. Zira CHP'de kişilerin politik bir karşılığı yoktur, dolayısıyla birinin gidip ötekinin gelmesi bir fark, bir 'değişim' yaratmamakta, koltuklarda oturan isimlerin değişmesi yalnızca kozmetik değişimlere sebep olmaktadır.

1980 darbesiyle ideolojisizleştirilmeye başlanan, gelinen aşamada kuruluş ilkelerinden, Cumhuriyetçi, laik, bağımsızlıkçı perspektifinden uzaklaşan Halk Partisi'nin neoliberal, küreselci ve halkın sömürülmesine aracılık eden siyasi anlayışı ve buna uygun dizayn edilmiş kadrolarının kökü kazınmadığı sürece, mevcut haliyle CHP, ülkenin umutlarının sönümleticisi rolüne daha yakın diye düşünüyorum. Asıl suikast budur...

Mustafa Kemal Atatürk'ün oturduğu Genel Başkan koltuğunun, arkadan bıçaklamalar, itibar suikastleri gibi saçmalıkların hedefi olması, bu yollarla boşaltılıp doldurulması ise bu çürümenin bir sonucu olabilir ancak. Siyaset, parti, koltuk politika üretmenin birer aracıdır. Politik karşılığı olan bir isim bir koltuğa oturur, arkasında durduğu politikayı uygular, test eder. Başarılı olursa bir daha seçilir, başarısız olursa başka bir politikayı savunan bir başkası gelir.

Ancak siyaset, parti, koltuk politika üretmenin birer aracı olmak yerine bireysel güç (ekonomik) biriktirmek ve kariyer yapmak için bir amaç haline geldiği zaman, ki bugünün Türkiyesindeki hemen hemen tüm siyasi partilerde durum böyledir, siyasete giren, partiye üye olan, koltuğa oturan insanların gelip gidişleri de yaşadığımız üzere magazinsel olur. Asıl sorun orada duruyor ve sonuçlara değil de nedenlere bakınca durum bu şekilde görünüyor...