Türkiye'de siyaseti temelden değiştirip şekillendirecek bazı gelişmelerin ayak sesleri duyuluyor.

Bazı sadık kalemler tarafından eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün yine, yeniden ve bir kez daha gündeme taşınmasının muhafazakar cenahta; Barzani'ye kadar gidip ülke sınırları içerisinde etkili olduğu bilinen bazı aşiretlere örgüt anahtarlarının verilmesinin ise güneydoğuda kayda değer bir oy sıçramasına yol açması yönündeki nafile çabalardan bahsetmiyorum elbette.

Bu ayak seslerinin, Babacan ya da Davutoğlu'nun kendilerini Erdoğan'ın yerine ikame edebilmek için içeride ve dışarıdaki çırpınışlarının akıbetiyle de; önümüzdeki seçimlerde muhalefet adayının kim olacağıyla da, seçim sonuçlarıyla da, sonuçların yaratacağı muhtemel gelişmelerin ne olacağıyla da alakası yok.

Ben de, sizin gibi, ne yeni kurulan partilerin, ne mevcut ya da yeni kurulacağı açıklanan ittifakların ne de eski çınarların yöneticilerinin, ne de mevcut ya da yeni kurulacak ittifakların siyaseti temelden değiştirip yeniden şekillendirecek bir vizyon ve kapasite ortaya koyamadıklarını görebiliyorum.

Bu olmazların tümünün bir araya geldiği Türkiye'de, siyasetin şimdiki değer ve ölçü birimleri artık geçerliliğini yitirmiş durumda. Yeni bir gelecek için yeni değer ve yeni ölçü birimleri gerekiyor. Görünen izler ve duyulan sesler bunun alameti olabilir.

Bahsettiğim gelişmelerden en önemlisi, mevcut düzenin sınırlarını aş(a)madığı için sorun çözme kapasitesi olmayan merkez siyaset aktörlerinin; bu gerçeği gizleyebilme adına hastalığı değil, semptomları işaret ederek çözmeyi vaat ettiği siyasetin bir geçerliliğinin olmadığı, seçmende karşılığının ise giderek azaldığı görülüyor.

İktidar olmak için artık kapı arkası pazarlıklarla 'ilgililerine' gerekli tavizleri vermek, seçmene karşı ise mevcut iktidarın uygulamalarının yarattığı sonuçları eleştirmek, bir yandan da eski yaraları kaşımak yetmiyor.

Zira merkez siyasetin (ve düzenin diğer taşeronlarının) söyleyecek bir şey bulamadığında kaşımayı çok sevdiği kimlik ve mezhep siyaseti eksenli tartışmalar da artık eskisi kadar manevra alanı yaratamıyor.

Mevcut düzeni değiştirmeyi bırakın, herhangi bir sorunun varlığını dahi kabullenemeyen, bunun yerine var olan iktidar/muhalefet çizgisi arasında iyi polis/kötü polis oyunu oynamayı tercih eden merkez siyaseti, düzen içerisinde manevra yapacak yeri artık bulamıyor. Değişim talebinin etrafından dolanacak alan kalmadı.

Tek kutuplu geçmişte, neoliberal ekonomik düzenin oyun kurallarına tabi olmayı kabullenerek ve ancak çizilen sınırlar içerisinde iktidar olunabileceğine dair teorinin geçerliliğinin açık olarak tartışılmaya başlanması ile, sadece çizilen sınırlar içerisinde muhalefet yapabilmenin sınırları da aşılmış oluyor.

Bununla birlikte, daha spesifik olarak, son 40 yıldan bu yana Türkiye'deki her şeyi temelden etkileyen Kürt sorununun kendi içinde yaşadığı deviniminin tamamlanmak üzere olduğuna dair bazı emareler de görülüyor. Kürt siyasi hareketinde yaşanan gelişmeler, eğer kimlik siyasetinden arınılabilinirse Türkiye'de siyasetin merkezine yeni ve esaslı bir kuvvet uygulanabileceğine dair umutları arttırabilir.

Kürt siyasetinin kendi içinde yaşadığı devinime dair görülen emarelerden kastım, her ne kadar kağıt üstünde Ankara'da görünüyor olsa da, Selahattin Demirtaş'ın HDP Genel Merkezi'ni Edirne Cezaevi'ne taşıyıp fiilen Kürt siyasetinin kalbinin attığı merkeze dönüştürerek oluşturduğu çizginin her geçen gün belirginleşmesi.

Demirtaş, 6 yıldan bu yana siyasi saiklerle tutulduğu Edirne Cezaevi'ni bir üretim merkezi gibi değerlendiriyor. Burada, hem kendi değişime uğruyor hem de bu değişimle birlikte, HDP kümesi içindeki Kürt kimlikli seçmenin zihin kolonlarını yeniden inşa ediyor.

Buna dair işaretleri ve olası sonuçlarına ilişkin görüşlerimi yaklaşık bir yıl kadar önce, 20 Eylül 2021 tarihinde "Selahattin Demirtaş ve HDP'nin Tutum belgesi üzerine" ve 27 Eylül 2021 tarihinde de "Kürtlerin Galahad'ı" başlıklı yazılarımla burada anlatmıştım.

Kısaca özetleyecek olursam, sadece Kürt siyasetinin değil, HDP'yi merkeze koyan Kürtlerin de bir yol ayrımına doğru hızla ilerlediklerini ve hangi tercihte bulunulursa bulunulsun yola tek vücut devam etmelerinin olanaksız olacağı günlerin yakın olduğuna ilişkin düşüncelerimi paylaşmıştım.

Demirtaş, T24'ten Murat Sabuncu'ya yaptığı son açıklama ile nihayet bunu ilan etti. Meramını anlatırken "PKK'nin Türkiye’ye karşı silahları tümden bırakmasını isterim" diyerek pasif bir pozisyonu tercih etmiş olsa da çizgisi çok net: silahlı mücadele taraftarı olmadığını ilan ediyor.

Demirtaş'ın yeni yol haritasının, yakın bir gelecekte yapılacağı düşünülen Genel Seçim ve Cumhurbaşkanlığı Seçimlerini ne denli etkileyeceği elbette tartışmaya açık. Ancak yazının başında da belirttiğim üzere, bu seçimlerin ortaya çıkaracağı bütün sonuçlar birkaç yıl içinde değerini yitireceğinden, Demirtaş'ın zihnindeki tasarımın ilk etapta HDP seçmenine dönük olsa da, eğer başarabilirse, esas olarak geleceğin genel siyasi mimarisine dönük olduğunu düşünüyorum.

İmralı, Kandil ve Edirne Cezaevi arasındaki dengenin bundan sonra nasıl oluşacağına ilişkin işaret arayanların işini kolaylaştırmak adına, bu sözleri merkeze koyarsak, bu yeni çizginin, yeni nesil Kürtlerin ve HDP siyasetinin omurgasını oluşturması son derece muhtemel diyebiliriz.

Demirtaş'ın silahlı mücadeleden yana olmadığı beyanına meşruiyet kazandırmak için barolar ve kimi STK'larca başlatılan kampanya ile bölgede taban desteği oluşturulmaya çalışılmasından, HDP yönetimi içinde çoğunluğun da bu yeni çizgiyi desteklediği anlaşılıyor.

Türkiyeli Kürtleri, içeride PKK'nın silah bırakması gerektiği düşüncesine taşıyan düşünce iklimi ve bu yeni çizginin dinamiğinin geleceği etkileme kapasitesi ise bundan sonraki siyasi çizginin oluşmasında yaşanacak tartışmalarla ortaya çıkacaktır.

Geleceğin hangi fırsatları yaratacağı, şekillenmesine nelerin etki edeceği ise buna nereden, hangi perspektiften bakıldığına bağlı olacak.

Ülkemizde batılı yaşam biçimi ve değerler bütünü hedefli bir toplum düzeni talebi geçerliliğini sürdürse de, tamamen batı başkentlerinin ve küresel sermayenin çıkarlarına yönelik, onların zihinsel hegemonyası altındaki güncel siyaset yapılanmasının, oluşan yeni siyaset ikliminde ağır bir darbe alması kaçınılmaz.

Dolayısıyla yeni değer ve ölçü birimlerine dönük talep ve arayış artacak, bu artış da kaçınılmaz olarak değişimlere sebep olacaktır.

Bu değişimin birinci sonucu olarak, mevcut neoliberal düzenin tüm dünyada uğradığı ciddi erozyon, düzenin yok etmeye çalıştığı bağımsız, halkçı ve kamucu değerleri savunan siyasi aksın güçlenmesini de kaçınılmaz kılacaktır.

Bunun işaretleri içeride, partilerin tabanlarında görülmeye başlandığı gibi, dünyada yaşanan gelişmeler de ülkelerin ekonomik ve diplomatik ilişkilerinin daha korumacı, daha tutucu ve ulusal ve bölgesel çıkarlar ekseninde şekillenmeye başladığını gösteriyor.

Sonuç olarak, gidiyor gitmekte olan, geliyor gelmekte olan sözlerinden kim ne anlıyor ve umut ediyor ona karışma hakkım yok elbette ama, gelenin de gidenin de kontrolü altında olmayan, en önemlisi ise kafasına göre, eski ezberler, eski öcüler ve eski çıkar ilişkileriyle şekillendiremeyeceği bir başka geleceğin de yaratılmakta olduğu ortada.