Bir hayalin gerçekleştirilmesi için yola çıkılmadan önce, zihinde resmedilerek, olgunlaştırıp, berraklaştırılması arasındaki zaman dilimine kişisel tekamül süreci diyebiliriz.

Eğer kurulan hayal siyasi bir mekanizmaya ihtiyaç duyuyorsa, siyasi partiler bunun için bir araç, liderler de amaca giden yolu tarif eden işaretçilerdir. Dolayısıyla esas olan, aynı bütünleşik hedef, yani iktidar için bir araya gelen insanları o hedefe taşıyacak olan şey partidir, ancak iktidara taşınan ise hayal ve tekamül sonucu ortaya çıkan düşüncelerdir.
 
Siyaset tarihi hayalleri peşinde koşan ve partileşerek bunu iktidara taşıyan, taşıyamayan veya daha doğmadan ölen partilerle dolu. Hayallerinin peşinde yürüyen kadim yolcuların başında sosyalistler gelir. Onlar için, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya hedefi hiç sönmeyecek bir ışıktır.
 
İktidar için çıkılan yol, o yolun kuramcıları tarafından genellikle derinlikli analizlerle izah edilmeye çalışılsa da bunun böyle olup olmadığı hayatın içinde sınanır. Hiç kuşkusuz doğru sonuç elde etmenin en etkili yolu, bu sınanma için doğru ölçütlerin kullanılmasından geçiyor. Doğruluğu aranacak olan, o hayalin beslediği düşünce mi, yoksa o hayali gerçekleştirme iddiasıyla öne ya da yola çıkanların, şartların, tarihin ve o dönemdeki zamanın ruhu ile bağlantılı olarak, bunun için neyi, nasıl yaptıkları mı olacak? Hayalin gerçekleşmesinin ya da sonuçsuz kalmasının kıstası ne?
 
Bu sorunun doğru yanıtı, hayali besleyen düşüncenin sınava tabi tutulup sorgulanması olamaz. Çünkü dünyanın herhangi bir yerinde, farklı zaman dilimlerinde ve farklı koşullarda birbirinden çok farklı hayal ve düşüncenin hayata geçirilebildiğini biliyoruz. Tek bir doğru olmadığına göre önemli olan, iktidara giden yolu açan, o doğruyu savunanların kişilikleri, yöntemleri ve araçları olmalı.
 
Bu açıdan, iktidar mücadelesini, düşüncelerin yarıştığı bir arenadan ziyade bu mücadeleyi yürüten parti, lider ve kadrolar üzerinden değerlendirmek daha doğru sonuçlara ulaşmamızı sağlayabilir.
 
Zira bir seçimde (özellikle Türkiye'de) sınanan şeyin ne hayaller, ne de o hayaller ve sonuç olarak ortaya çıkan düşüncelerin kağıda dökülmüş hali olan parti programlarının olmadığının kaydını düşerek devam edelim. Teste tabi tutulan, liderlerin, yani işaretçilerin kişisel özellikleri: Kadın mı (sarışın olması tercih ediliyor), güzel mi (genç olması mı bekleniyor), yakışıklı mı, nüktedan mı, iyi hatip mi, isim ve yer hafızası yerinde mi, hazırcevap mı?..
 
Durum böyle olunca da partilerin programları çerçevesindeki tartışmalar hiç yapılmaz oldu, yapılan da her geçen gün sığlaşıyor. Mesele buraya sıkışınca ya da sıkıştırılınca da yarışma, düşünce ve bunun ruhunu yansıtan programlar yerine işaretçilerin, dama oyunundaki taktik hamlelerini hatırlatan karar ya da tercihleri üzerinden yapılıyor.
 
Yeni bir seçime adım adım yaklaştığımız şu günlerde, geçmişteki 20 yıllık iktidarı süresince şahsen girdiği hiçbir seçimi kaybetmeyen ve bunu ilk 8 yılında Deniz Baykal ve son 12 yılında Kemal Kılıçdaroğlu'nun yönettiği CHP'yi uzak ara ana muhalefet partisi konumunda tutarak kazanan Erdoğan'ın bu başarısının, savunduğu değerlerden mi, yoksa kişisel beceri ve çevresel koşullardan mı kaynaklandığı sorusunu da;
 
Başarısız olan ve dolayısıyla seçimi kaybeden CHP'nin değerleri mi, yoksa onu yöneten lider ve yönetime taşıdığı arkadaşları mı sorusunu da yukarıda yanıtladım.
 
Bu tartışmayı yapmamın nedeni, yukarıda da çerçevesini çizdiğim gibi Erdoğan'ı yenmek için bütün koşullar oluşmuşken henüz onun oradan indirilememesi gerçeğini bir kez daha tekrarlamak değil. Esasında, bu başarısızlığın sebebinin dahi doğru dürüst tartışılamaması ve yine, yeniden, bir kez daha aynı sonuçla karşılaşılması güçlü bir seçenek olarak gerçekleşmeden önce alarm zillerini çalma niyetine dayalı.
 
Bu açıdan, Sayın Kılıçdaroğlu'nun şişen/şişirilen Cumhurbaşkanlığı talebi üzerinden yeni bir taktik hamleyi görüp görmediğini ve dolayısıyla da (6'lı masa ve CHP Genel Merkezi'nde) kişisel talebi üzerinden yapıldığını düşündüğüm kuşatmayı yarıp yar(a)mayacağını görmek için beklememiz gerekecek. Tabii ki harekete geçmesini belirleyecek temel dinamik, kendisinin de durumun böyle olduğunu düşünüp düşünmediğine bağlı. Eğer böyle düşünmüyorsa bu kalıbın dışına çık(a)maz. Kılıçdaroğlu, hareket alanının iyice daralmasına, daraltılmasına (Akşener tarafından) daha fazla sessiz kalacak olur ve bunu yeni bir hamleyle karşılamaz ise, CHP'lilerin iktidar hayali yine, bir kez daha işaretçisinin yanlış hamleleri ile bir başka bahara kalabilir.
 
Bu ihtimal (lider olarak kişisel talebi uygulamaya koyma gücü bulunması ve bu nedenle de partisinin elindeki oyunu kaybetme tehlikesi) her geçen gün artıyor. Bunun önlenemez bir felaket olmadığı da açık; adayı (Kazanacak birini!) parti içinden, ittifaklarının da da kabul edeceği şekilde formüle edilebilirse, o isim kaybetse bile yaratacağı atmosfer CHP'yi iktidar hedefinde tutabilir. Bu isim kim olur tartışmasına burada bir kez daha girecek değilim. Çünkü bu konudaki düşüncemi daha önceki yazılarımda gerekçeleriyle açıkladım.
 
Kılıçdaroğlu'nun hem partisine hem de adayına seçim kazandırma şansı yaratacak bir dama hamlesi kadar basit bu hamleyi yapıp yapamayacağını görmek için ise beklememiz gerekiyor.
 
Burada, Erdoğan ile 6'lı masa arasında yoksulluğun nedeni olan yapısal denilen yasal düzenlemelere bakış konusunda bir farklılıkları olmadığını ve Emek ve Özgürlük İttifakı'nın lokomotifi HDP'nin de temel meselesinin bu olmadığını yeniden, bir kez daha kayda geçirmek gerekiyor. Ülkemizde siyasetin debisinin sığlaşmasının temel nedeninin de meselenin özünü anlatan bu bakışa dayandığını düşünüyorum.
 
Dolayısıyla siyasetin çerçevesi, aslında tüm ana aktörlerin aynı ekonomik ve politik değerleri savundukları gerçeği görünmesin diye tutuştukları kayıkçı kavgasıyla sınırlı kalıyor.
 
Şimdi, kimi dostlarımızın, CHP içinde sol arbitraj yapan neolibral çevrelerin savundukları bütün değerler birer birer çürürken, birden bire neoliberal karşıtı söylemlerle 'solcu' kesilmelerine inanmış olmalarına şaşırdığımı söylemeliyim. Bu bahsi, Kılıçdaroğlu'na yapılan eleştirilerin, onun Neoliberalizm karşıtı söylemlerine dayandırılması düşüncesi karşısında, Kılıçdaroğlu'nun, kurulan 6'lı daha masanın üzerine toz bile konmamışken, 6'lı masa ittifakının ekonomi programını Deva Partisi/Ali Babacan çalışacak demesini hatırlatarak kapatalım. Herhalde Ali Babacan'ın da yeminli bir IMF memuru olduğunu ayrıca hatırlatmak gerekmiyor.
 
Yazıyı, şimdi yeniden dama oyunu örneği ile anlatmak istediğim yere dönerek bağlayacak olursam;
 
Dama oyununu, iktidar mücadelesinde parti liderlerinin yaptığı taktik savaşları olarak görmeye devam edecek olursak da, Kılıçdaroğlu'nun elindeki en büyük koz, ülkemize önce Özal ve sonra da 1999 krizinde Kemal Derviş üzerinden dayatılan neoliberal politikaların yarattığı tahribatı tek tek anlatarak reddetmek ve bu programı uygulayan AKP'ye karşı bu politikaların yoksullaştırdığı kitlelere eşitlik, adalet ve özgürlük vaat ederek üretimi ve hakça bölüşüm sözü vermekti.
 
Kılıçdaroğlu ve parti yönetim kademesi, toplam nüfus içinde en yüksek gelire sahip yüzde birin dışındaki yüzde 99'un hak ve çıkarlarını savunmaları gerekirken, sadece ortaya çıkan yoksulluğu ve bunun müsebbibi olarak de Erdoğan'ı hedef göstererek oynanan dama oyununda sistemin feda etmeye razı olduğu taşı da, bunu yaparken planlanan taktiği de ortaya koyuyor aslında.
 
Eğer daha yaşanabilir ve müreffeh bir ülke istiyorsak, Türkiye'nin temel tercihlerini değiştirmeden bunun başarılma şansının olmadığını görmek gerekiyor.
 
Ancak toplumsal ilişkilerin nasıl olması gerektiği konusunda her kafadan bir ses çıkıyor. Burada yanıtı aranması gereken soru, dün olduğu gibi bugün de iktidar hedefleyen partilerin ne söyledikleri değil, iktidar erkini kullanmaya başladıklarında ne yapacakları. Çünkü hep söylediğim gibi, gelmiş geçmiş hiç bir hükümet, bir mekanizma olarak devletin de hizmetkarı olduğu sınıfın çıkarlarını savunmayı ikinci sıraya indirmedi.
 
Bu gerçek orta yerde dururken ve gelecek tasarımı yapılan şu günlerde şimdi onun karşısında ittifak üstüne ittifak tesis ederek her geçen gün büyüyen Erdoğan gitsin korosunun üyelerinin var olan pozisyonlarını koruduklarını, iktidar erkini sermayenin değil de onların yoksullaştırdığı milyonlarca insanın lehine kullanacaklarına dair bir saflaşma ya da yoksullar lehine bir ayrışma görünmüyor. Bu yöndeki irade beyanları ise, inandırıcılıkları konusunda kuşku bulutlarını dağıtamadıkları için hesaba katılmıyor.
 
Bu konuda CHP ekonomi yönetiminin kafası karışık gibi görünüyor.
 
CHP'nin ekonomi kurmayları AKP dönemini değerlendirirken her olay ve döneme ilişkin farklı davranıyorlar. Bunlardan en göze çarpanı, AKP'yi kitleleri yoksullaştırmakla suçlarken bu politikaların uygulayıcısı Ali Babacan'ı ayrı tutuyorlar. Dış politikada, özellikle Suriye meselesinde hükümeti eleştirirken bunun müsebbibi olan Ahmet Davutoğlu'nu da işe karıştırmıyorlar. Hendek savaşları ve sonuçları konusunda hükümeti suçluyorlar ama o zaman Başbakanlık koltuğunda oturan Davutoğlu'na tek söz etmiyorlar. Özelleştirmelerin arkasındaki sebebi oluşturan ekonomi politikalarına sadakat gösteriyorlar ama bu mülksüzleştirme sonucu ortaya çıkan girdi maliyet artışları ve gübre, tohum, ilaçla oluşmuş üretim zincirinin bozulmasını eleştiriyorlar. AKP iktidarını 2007 yılına kadar başarılı buluyorlar ama o dönem içerisinde başta Sosyal Sigortalar Kanunu olmak üzere çıkarılan kanunlarla emeklilikte yaşa takılan yüzbinlerin oluşmasına, prim ve gün sayısının artırılmasıyla mezarda emekliliğin ve emekli maaşa bağlanma ücretinin 805 liraya kadar düşürülmesinin önünün açılmasını eleştiriyorlar.
 
Uzun lafın kısası, seçimler ufukta görünmüşken, sürekli tekrarlanan hatalardan ders çıkarıp, artık taktiksel dama hamlelerini bir kenara bırakarak doğru hayal, doğru düşünce, doğru program ve doğru işaretçilerle yola çıkılması gerekiyor.
 
Doğru seçeneğin ne olduğu sorusuna verilen yanıtın sağlamasını yaparken soracağımız soru ise, herkesin gerçek yüzünü (rengini) ortaya çıkaracak turnusol kağıdı özelliğinde; kimin için iktidar istiyorsunuz?